23 Mart 2006

Gri Bir Gün

Yağan yağmurun altında yürüyordu. Elinde şemsiyesi, sırtında yere kadar uzanan gri pardesüsü ile ağır ağır yürüyordu. Hava rüzgarlı değildi; büyük, siyah şemsiyeyi taşımak zor olmuyordu. Işık iyice azalmış, alacakaranlığa yüz tutmuştu hava, henüz akşam vakti iken. Kalın bulutlar ışığın yeryüzüne ulaşmasına izin vermiyorlardı. Her yer olabildiğince gri, olabildiğince ıslak, olabildiğince sessizdi. Sadece dünyaya kızgınmış gibi yağan yağmurun ve soldaki uçsuz bucaksız denizde çırpınan dalgaların sesi duyuluyordu. Attığı adımlar zaman zaman bir su birikintisine rastlıyor, su damlacıkları dört bir yana sıçrıyor ve yağmur damlalarıyla kucaklaşıp yeniden yere düşüyordu. Dünya başka bir yerde bu kadar gri olabilir miydi? Yağmur başka bir yerde bu kadar huzur verebilir miydi? Ya da deniz, gökten yağan damlacıklarla birleşip bu kadar güçlü, parlak ve mağrur görünebilir miydi? Deniz kenarındaki yol yavaşça sağa doğru kıvrılırken yolun sonunda, burnun ucunda yıllardır sessiz sedasız duran iskele de daha görünür olmuştu. Oysa havanın griliği, nerdeyse görünmez yapmıştı betondan iskeleyi. Ona bu kadar yaklaşmamış olsa, onun orada olduğunu bilmese belki farkına bile varmayacaktı. Ama şimdi adımları dosdoğru iskeleye götürüyordu uzun gri pardesülü, siyah şemsiyeli adamı. Dün sabah şehre geldiği güne kadar kaç yıl olmuştu onu görmeyeli? Sekiz mi, yoksa on mu? Ne değişirdi ki? Hiçbir şey. Tüm bunları düşünürken solundaki eski kilisenin önünden geçmişti bile, farkına varmadan. Oysa iskeleye ulaştığında kızacaktı kendisine, neden son bir kez bakmadım ona diye. Dostlarıyla defalarca geçmişlerdi oradan, pek çok kez sohbet konusu olmuştu o kilise ve önünden geçtiği daha bir çok şey. Yağmur şiddetini artırırken dalgaların kayaların yosunsuz yanaklarına çarparak çıkardıkları ses de artmıştı. Ve o adımlarını sıklaştırdı. Yaşına göre oldukça dinç ve sağlıklı görünüyordu. Geçmişte ne kadar mutlu olmuşlardı bu şehirde... Hep özel olduklarını düşünerek ne çok hayal kurmuşlardı ve bu hayalleri gerçekleştirebilmek için ne çok uğraşmışlardı. Fakat zaman hepsinden daha güçlüydü, ne yazık! İskeleye vardığında girişteki sürgülü demir kapının açık olduğunu gördü.Yanaşmış gemi olmadığı zaman hep açık olurdu zaten. İçeri girdi ve yürümeye devam etti. Çok uzun değildi iskele. En çok iki dakika sonra en uç noktasına varmış olacaktı. Yeniden arkadaşlarını düşünmeye başladı. Evet, ne yazık ki zamanın önüne geçilemiyordu. Çok sevdiği herkes birer birer çıkmışlardı hayatından. Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen dostluklar bitmek zorunda bırakılmıştı sanki. Bu sabah geldiğinde “son” diyordu, bu sonuncusu. Gerçekten de öyleydi. İskelenin ucuna beş adım kalmıştı. Başka üzüntü olmayacaktı artık, başka cenaze töreni olmayacaktı. Ama yaşamak için bir sebep de kalmayacaktı. Bir an sonra iskelenin köşesine geldi ve hiç düşünmeden kendini suya bıraktı. Siyah şemsiye iskelenin üstünde öylece kalakaldı.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Bu yazıyı ilk okuduğum zamanı hatırlıyorum.İçimi burkmuştu.Benim hala içim burkuluyo aklıma zamanın öylece aktığı dank ettikçe.
Candan.