10 Ekim 2006

Yazı Masası (bölüm 1)

Yazı masasının önünde duran tahta sandalyeye oturmuş, üzerine çeşitli yazılar karalanmış müsveddeleri, bir miktar da boş kağıt ile eski bir dostunun hediye etmiş olduğu, aslında çok da kaliteli olmayan ama gösterişli mürekkepli kalemini önüne almıştı. Oda karanlık sayılırdı, yalnızca masanın hemen üzerinde asılı duran gazlı kandilin soluk ışığı yayılıyordu tozlu mobilyaların üzerine. Yine de yazı yazmak ve yazılanları okumak için yeterli ışık vardı. Yıllardır bu ışıkta çalışmaya alışkın olduğundan gözleri oldukça güçlenmişti. Asla gözlük kullanmamıştı ve ölene kadar da kullanacak gibi görünmüyordu. Zaten ailesinde de üç kuşaktır bir tek göz bozukluğu görülen olmamıştı. Dünyada sadece gözleri sağlam olanların yaşayabileceği olağanüstü koşullar oluşsa, bu aile kesinlkle hayatına devam ederdi.
Müsveddelerinin içinden birkaç sayfayı eline aldı ve şöyle bir gözgezdirdi. Gördüklerinden hiç de memnun olmayarak sıkıntıyla iç geçirdi. Kağıtların üzerinde yalnızca birkaç düzgün cümle vardı. Geri kalanında ise çeşitli şekiller, karalanmış imzalar, aklından geçen başka konularla ilgili anlamsız kelimeler ve not aldığı birkaç hatırlatma vardı. Neredeyse son bir aydır bu haldeydi. Oturup yazı yazmak için uğraşıyor ancak ortaya hep bu kağıtlardan çıkarıyordu. Bu durumu bir an önce aşmak istiyor fakat elinden birşey gelmiyordu. İlham denen şeyin varlığına asla inanmamış, bu konuyla ilgili tartışmalarda hep muhalif olmuştu fakat şimdi sanki bu duruma inat ilham onu terketmişti. Bu ilk kez oluyordu ve onu oldukça korkutmuştu. Yazı yazamamak fikri tüylerini diken diken ediyordu. Mutlaka geçici bir durum olmalıydı, nezle gibi bir süre sonra kendi kendine iyileşmeliydi.
Yavaş yavaş ağırlaşan göz kapakları, bilincinin önüne de bir perde gibi inmeye başlamıştı. Saatin oldukça ilerlemiş olduğunu farketti. Bu saatler yazı yazmak için en uygun saatlerdi aslında. Heryer çok sessiz ve huzurluydu. İnsanların çoğu uyumuştu. Sanki dünya değişmiş, başka bir boyuta geçmişti. Gecenin geç saatleri ona hep bu şekilde hissettirirdi. İzole, kurallarını kendi koyduğu, tamamen kendisine ait bir dünya ve bu dünyada sınırsız kontrole sahipti. Ancak bu gece vücudu onu yarı yolda bırakmaya hazırlanıyordu. Demekki tüm kontrol onda değildi, sadece başka ve daha büyük bir gücün izin verdiği ölçüde söz sahibiydi. Bu düşüncelere dalarak kalemini elinden bıraktı ve gazı iyice azalmakta olan kandilin yavaşça oynaşan alevine bakarak bir süre öylece kaldı. Aklından onlarca şey geçti, herbiri belli belirsiz su üstüne çıktı ve kayboldu. Hiçbirine tam olarak hakim olamadı. Aklından geçenlere tam olarak hakim olmuş hiçbir insanın yaşamış olduğunu sanmıyordu zaten. Bu durum onun çok zeki olmasından değil aklından geçen şeylerin, insanların bin yıllardır cevabını aradığı temel sorularla örtüşmesinden kaynaklanıyordu. Ne zaman kafası karışık olsa ya da yazı yazmaya konsantre olamasa, zihni dört bir yandan onlarca düşünceyle ona saldırırdı. Bu tıpkı, alacakaranlıkta ormanın içindeki bir açıklıkta, seslerini duyduğunuz bir sürü yerlinin ağaçların arasından çıkarak size saldırmasını beklemek gibiydi. Dalların arasından elinde mızrakla bir tanesinin çıktığını görürsünüz, tam o anda başka bir yerde bir tane daha belirir. İkinciye bakarken ilkinin kaybolduğunu farkedersiniz sonra bir bakmışsınız üçüncü bir tanesi başka bir yerden size yaklaşıyor ve böylece sürüp gidiyor. Bakın işte yine olmuştu, bu alakasız benzetme gelip kafasına yerleşmiş, diğer görüntülerin önüne geçmişti. Oysa çok daha önemli bir konu vardı üzerinde düşünmek istediği. Çok fazla sorguluyordu, zihni onun kontrolünün dışında sürekli olanı biteni, nedeni niçini, herşeyi sorguluyordu. Hiçbirşey yerine oturmuyordu. Hepsi gelip bir yerlerde takılıyordu. Sanki önünde çok büyük bir resim vardı ve bir türlü resmin tamamını görüp görüntünün tümüne hakim olamıyordu. Resim metrelerce uzayıp gidiyordu. Detayları görmek için yaklaşmak, geniş alanları görüp tümüne hakim olmak için uzaklaşmak gerekiyordu. İşte tam bu noktda iki temel sorun vardı. Öncelikle resme hem yakın hem de uzak olamıyordu, yani ya detayları ya da geneli gözden kaçırıyordu. İkincisi ise, resimden ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın tamamını bir seferde göremiyordu. O kadar büyüktü ki... Bu yüzden yapması gereken, detaylara tek tek bakmak ve herbirini aklında tutarken resmin genelini yavaş yavaş gezmek ve herşeyi bir arada değerlendirmekti. Hiçbirşey gözden kaçmamalıydı. On metre ötede gördüğü bir detay şu anda baktığı yerde kafasını kurcalayan bir düğümü çözmesini sağlayacaktı. Ancak resim çok büyüktü. Bu kadar çok bilgiyi aklında tutması mümkün değildi. Birşeyleri mutlaka unutuyor ve gerekli olduğu zaman bir başkası ile ilişkilendiremiyordu. Bu durumda, henüz olması gereken seviyenin çok çok altında olduğu sonucuna varıyordu. Aslında şu anda sadece gördüğü, okuduğu ve düşündüğü bazı şeyler yüzünden kafsında oluşmuş soru işaretleri vardı ve herşeyin arkasına bakmaya çalışıyordu. Ne zaman bu duruma gelmişti? Yanlış giden birşeyler olduğunu düşünmeye, olguları sorgulamaya ne zaman ve nasıl başlamıştı? Bunu bir olay mı tetiklemişti yoksa bir süreç mi onu bu noktaya getirmişti? Emin olamıyordu, ancak kesin olan artık geri dönüş olmadığıydı.
Üşümeye başladığını hissettiğinde saat gece üçü geçiyodu. Yaklaşık iki saattir bunları düşündüğünü farketti. Uykusu da gelmişti. Geniş bir esneme yüzüne yayıldı ve şeklini bir hilkat garibesine çevirdi, hemen sonra ise ıslanan gözler ve ağırlaşan göz kapakları bu durumun yerini aldı. Yatağı, çalışma masasının sol tarafındaki duvardan içeriye açılan kapının arkasındaydı. Masasının üzerinde asılı duran kandili alarak adımlarını kapıya doğru yönlendirdi. Bir an sonra yatağının başında durmuş kandili başucundaki şifonyerin üzerine bırakıyodu. Yarı uyur yarı uyanık üzerindekileri yatak kıyafetleriyle değiştirdi, yatağına girdi ve kandili söndürdü. Çok kısa bir an için karanlığa baktı ve sonra uyku bedenini esir aldı.

02 Ekim 2006

VE MUTLU SON (YA DA BAŞLANGIÇ): EVLENDİK

Tekrar merhaba,

Arada olan olaylar için yakında bir albüm koymayı planlıyorum ama zaten tahmin edersiniz. Kız istenir, aynı gün yüzükler takılır, abiler dayılar herkes oradadır, fotolarda maymun gibi çıkılır.
Sonra son hız evlilik hazırlıkları başlar, nikah tarihi alabilmek için gerekli evrakları toplamak, işten izin alma krizleri, istenen tarihte uygun saat bulamama vs vs, sonunda nikah ve kokteyl olacak şekilde 16 Eylül 2006 cmrts akşam saat 18:00'de Beşiktaş Evlendirme Dairesi Nikah ve Kokteyl Salonu ayarlanır.

Kalan zamanda eşya almak için IKEA yolları aşındırılır, günlerce Masko gezilir, sonunda hemen herşey IKEA'dan alınır, nakliyesi, montajı, stokta olmayan parçaları derken bu işe epeyce mesai harcanır. Arkadaşlar sağolsunlar hepsi ayrı bir marangozluk yeteneğine sahip, mobilyalar gayet düzgün monte edilir. Bazı arkadaşlar üzerlerinde atlet varmış, akşammış, sessizmiş bakmadan sitenin içinde balkona çıkıp Burger King'den yemek getiren çocuğa bağırır: "Şşş hemşerim." Sonra eliyle de "gel gel bu tarafa" yapar ve noktayı koyar. Beleş amelenin kalitesini aramamak lazım tabi. :)))

Nikah günü gelir; son bir koşturmaca, kalan son güç kırıntıları ile kuaför, fotoğraf ve sonra da nikah saati gelir ve geçer. Artık evliyiz. Ne garip, hiçbirşey değişmemiş gibi geldi bize? Nedendi ki bu kadar yorulmak? Ama güzel oldu güzel. Gece dağıtanlar, sarhoş olanlar, provakatörler, kapı gıcırtısına kalkıp oynayanlar, hoplayanlar zıplayanlar arasında geçti, yıllardır bir araya gelmemiş insanlar birbirini gördü, konuştu, hasret giderdi; ben de öyle. Fena mı oldu? Senede bir kez tazeleyelim biz nikahı, insanlar gelsin yine. :)

Artık toplumsal statümüz değişti, artık formlara bekar değil evli yazacağım, bayramlarda seyranlarda akrabalar daha çok kızacaklar artık gelip gitmiyoruz, aramıyoruz diye, dile kolay biz artık evliliz. Artık Taksim'den 2 farklı taksi yerine 1 taksiye bineceğiz ve evimize döneceğiz. Artık arkadaşlarımızı evimize davet edeceğiz. Bakalım gelecek neler getirecek.

Doğan.