27 Mart 2006

Günlük - Döndüm

İlginç bir gidiş ve sonrasında da ilginç bir dönüş yolculuğu yaptım. Sanki bu hafta sonu birşeyler beni bu yolculuğa zorladı. Otobüste kesinlikle kimse ile konuşmadan, kendi başıma bir yolculuk yapmak niyetindeydim ama ilginç bir şekilde hem gidişte hem de dönüşte konuşmak için can atan son derece ilginç insanlarla yan yana oturdum. Kolay kolay aynı ortamda bulunup sohbet etmeyeceğim insanlarla... Detayları sonra yazarım... Hayat ilginç, sanki herşey önceden planlanmış gibi...

24 Mart 2006

Günlük - Bu hafta sonu Ordu'dayım

Cuma akşamı yola çıkıp Pazartesi sabahı burada olacağım. İstanbul'a kısa bir ara.. Beni sevenler özlesin diye. :)) Ben de bu sırada gidip özlediklerimi göreceğim.

23 Mart 2006

Hayattan kareler

Işığın Savaşı

Ve sabah oldu. Hiç olmayacak gibiydi oysa, hiç bitmeyecekti sanki gece ve hiç delemeyecekti ışık gökyüzündeki kara çöp torbasını. Ama vakti geldi işte, gücünü yitirdi yavaş yavaş karanlık, ışık ele geçirdi savaştaki üstünlüğü. Sessizce ve hissettirmeden inceltti o kara, kalın plastiği, sonra da yavaş yavaş aşağıya, ufuk çizgisinin altına doğru çekmeye başladı, boşalan yerleri kendi sıcacık ışınlarıyla doldurarak. Sadece bir an sonra artık ışığın egemenliği başlayacaktı dünyada.Gece sessizce çekilip kenara güç toplayacaktı bir sonraki raunda. Işık da biliyordu bunu ama nafile, şimdi onun için güç toplama değil, olanca gücünü dünyanın, insanların üzerine boşaltma, onlarla paylaşma zamanıydı. Biliyordu, zamanı geldiğinde gece yenecekti onu bir kez daha, yüzbinlerce yıldan beri olduğu gibi. O yüzden buruktu biraz, zaferini en parlak ışınlarıyla kutlayamıyordu.Aslında hiç ama hiç kimseye göstermemişti yaşayan, o en parlak ışınlarını, hep düşünerek bir sonraki raundu gecenin kazanacağını. Bir gün diyordu, belki birgün sonsuza kadar yenerim geceyi, işte o günü bekliyorum sunmak için dünyaya en göz alıcı, en parlak, en işveli ışınlarımı. Bir gün... Anlayamamıştı henüz ne yazık, son savaşı gecenin kazanacağını ve hep sakladığı o narin, o sıcak ışınlarını kimseye gösteremeyeceğini. Yoksa içten içe biliyordu da o yüzden mi her sabah ve her akşam üstü kızarıyordu yüzü iç sıkıntısıyla?

Gri Bir Gün

Yağan yağmurun altında yürüyordu. Elinde şemsiyesi, sırtında yere kadar uzanan gri pardesüsü ile ağır ağır yürüyordu. Hava rüzgarlı değildi; büyük, siyah şemsiyeyi taşımak zor olmuyordu. Işık iyice azalmış, alacakaranlığa yüz tutmuştu hava, henüz akşam vakti iken. Kalın bulutlar ışığın yeryüzüne ulaşmasına izin vermiyorlardı. Her yer olabildiğince gri, olabildiğince ıslak, olabildiğince sessizdi. Sadece dünyaya kızgınmış gibi yağan yağmurun ve soldaki uçsuz bucaksız denizde çırpınan dalgaların sesi duyuluyordu. Attığı adımlar zaman zaman bir su birikintisine rastlıyor, su damlacıkları dört bir yana sıçrıyor ve yağmur damlalarıyla kucaklaşıp yeniden yere düşüyordu. Dünya başka bir yerde bu kadar gri olabilir miydi? Yağmur başka bir yerde bu kadar huzur verebilir miydi? Ya da deniz, gökten yağan damlacıklarla birleşip bu kadar güçlü, parlak ve mağrur görünebilir miydi? Deniz kenarındaki yol yavaşça sağa doğru kıvrılırken yolun sonunda, burnun ucunda yıllardır sessiz sedasız duran iskele de daha görünür olmuştu. Oysa havanın griliği, nerdeyse görünmez yapmıştı betondan iskeleyi. Ona bu kadar yaklaşmamış olsa, onun orada olduğunu bilmese belki farkına bile varmayacaktı. Ama şimdi adımları dosdoğru iskeleye götürüyordu uzun gri pardesülü, siyah şemsiyeli adamı. Dün sabah şehre geldiği güne kadar kaç yıl olmuştu onu görmeyeli? Sekiz mi, yoksa on mu? Ne değişirdi ki? Hiçbir şey. Tüm bunları düşünürken solundaki eski kilisenin önünden geçmişti bile, farkına varmadan. Oysa iskeleye ulaştığında kızacaktı kendisine, neden son bir kez bakmadım ona diye. Dostlarıyla defalarca geçmişlerdi oradan, pek çok kez sohbet konusu olmuştu o kilise ve önünden geçtiği daha bir çok şey. Yağmur şiddetini artırırken dalgaların kayaların yosunsuz yanaklarına çarparak çıkardıkları ses de artmıştı. Ve o adımlarını sıklaştırdı. Yaşına göre oldukça dinç ve sağlıklı görünüyordu. Geçmişte ne kadar mutlu olmuşlardı bu şehirde... Hep özel olduklarını düşünerek ne çok hayal kurmuşlardı ve bu hayalleri gerçekleştirebilmek için ne çok uğraşmışlardı. Fakat zaman hepsinden daha güçlüydü, ne yazık! İskeleye vardığında girişteki sürgülü demir kapının açık olduğunu gördü.Yanaşmış gemi olmadığı zaman hep açık olurdu zaten. İçeri girdi ve yürümeye devam etti. Çok uzun değildi iskele. En çok iki dakika sonra en uç noktasına varmış olacaktı. Yeniden arkadaşlarını düşünmeye başladı. Evet, ne yazık ki zamanın önüne geçilemiyordu. Çok sevdiği herkes birer birer çıkmışlardı hayatından. Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen dostluklar bitmek zorunda bırakılmıştı sanki. Bu sabah geldiğinde “son” diyordu, bu sonuncusu. Gerçekten de öyleydi. İskelenin ucuna beş adım kalmıştı. Başka üzüntü olmayacaktı artık, başka cenaze töreni olmayacaktı. Ama yaşamak için bir sebep de kalmayacaktı. Bir an sonra iskelenin köşesine geldi ve hiç düşünmeden kendini suya bıraktı. Siyah şemsiye iskelenin üstünde öylece kalakaldı.

Başlangıç

Herşeyin bir başlangıcı bir de sonu olurmuş, benim yazı tahtamın başlangıcı da işte burası. Bakalım neler göreceğiz bu yazı tahtasının üzerinde...